Bir Radyo...
Rahmetli babam bu "AGA" markalı radyodan kulağını dayar haberleri dinlerdi.
Küçüktüm.
Evimiz kerpiçten yapılmış, bahçeli bir evdi. Ahşap pervazlı penceresinden dışarı baktığımızda ağaçların arasından mavi gökyüzünü görürdük.
Sabah uyandığımda serçe sesleri, bahçe kenarında "harıkta" (küçük su kanalında) akan su sesine karışır, tatlı bir armoni oluştururdu. Tabiatın kusursuz bestesi ile büyüdüm.
Her şey doğaldı.
Kavgalarımız, dostluklarımız, yemeklerimiz, gülüşlerimiz, ağlayışlarımız, fakirliğimiz, zenginliğimiz... Her şey doğaldı.
Annem, ekmekçi Keziban'ın pişirdiği tandır ekmeği ıslatır, organik beyaz peynir kordu önümüze... Ah o tadı hiç unutamam. Tandır ekmeğine düşkünlüğüm anne sütüne düşkünlüğümüz kadar aşırıdır.
Annem genellikle bulgur pilavı yapardı. Yanında da ekşi ayran ve yeşil soğanı... Bazen de kiraz yaprağı sarması, bazen sıkma köfte, bazen de simit pilavı...
Bulgur bizim yemeklerimizin ana malzemesi idi... Bulguru çıkarırsanız biz aç kalırdık.
Annem beni küçükken açık alanda, teştin içinde yıkardı, bahçede ocak üstünde kaynattığı suyu getirir, soğuk suyla aşlar, sonra tas tas üzerimize döker bizi güzel bi temizlerdi. Komşular pencereden ya da çatıdan beni görürler diye çekinir, utanır, sıkılır, ellerimle önümü arkamı kapatırdım :)
Hayat bizde hep doğaldı.
Annem temizlik hastasıydı. Dışarıda toz toprak içinde oynadıktan sonra eve geldiğimde mutlaka beni döverdi, üzerimde sopayı kırdıktan sonra üstümü başımı çıkarır, ellerimi ayaklarımı yıkar, söylene söylene beni odaya çıkarırdı.
Üst baş dediysem öyle cicili bicili elbiselerimiz yoktu. Her şeyimiz delikli idi... O zamanki paralar da delikli idi giysilerimiz de... Delikli çorap, delikli pantolon, delikli ayakkabı... Giydiğimiz gömlek ve pantolonların her yerinde yama vardı.
Rahmetli babam hep dava peşindeydi, memleket meselesi ev meselesinden daha önemliydi. Annem de tam tersiydi, hep eviyle çağa çoluğuyla meşgul olurdu. Babamla annem arasında ciddi bir anlayış ve hayat tarzı farkı vardı. (Ben de biraz babama çekmişim, memleket derdi bütün dertlerin üstünde galiba...)
Babam gazete, dergi okur, radyoda haber dinlerdi. İşte şu aşağıda gördüğünüz AGA markalı radyodan... "Arkası yarın" diye bir tiyatro programı vardı. Aman Allahım! Bayılırdım. Yarını iple çeker, heyecanla beklerdim. (Bendeki okuma, edebiyat aşkı belki de ilk olarak buradan aşılandı, kim bilir...)
O zamanlar, Gündüzbey'den Malatya'ya (9 kilometre) eski model bir minibüs vardı, şehre gitmenin büyük bir iş olduğunu sanırdım. Minibüse binerken genellikle pencere kenarına otururdum, şehirden geldiğimi görsünler, hava atayım diye... Şehirden geliyordum :)
Yenimalatya Gazetesi'nde muhabirliğe başlayana kadar hiç param olmadı. Babam bize pek para vermezdi, çünkü aldığı maaşı hep "dava"ya harcardı. Paramız olmadığı için şehre her zaman gidemezdik. Bir gün bibimoğlu Vahapla karar verdik, minibüsün arkasındaki demirlere tutunup kaçak olarak şehre gidecektik.
Şoför son anda bizi fark etti, minibüs durmaya yakın atladık.
Sonuç felaket: Yüzümüz gözümüz param parça oldu.
Eve geldiğimizde üstüne üstlük bir de annelerimizden dayak yedik.
Ah ah!
Bir radyo bakın beni nerelere aldı götürdü.
Bir radyo.
Çocukluk anıları, insanı neden bu kadar çeker, alır götürür başka diyarlara bilmem ki...
Sonra, bir gün, 6 Şubat çıkageldi, kapımıza dayandı, evlerimizle beraber anılarımızı, acı tatlı hatıralarımızı da yıktı. Köyümüzün ve sinemizin ta orta yerinde kocaman bir boşluk oluştu. Mazimizle avunurduk, o da kalmadı. ????