Mehmet Nezir Öndül

Tunç Yalnızlık

Mehmet Nezir Öndül

Yalnızlık nedir sorusuna pek çok cevap verilmiş daha nice cevaplar verilecek kim bilir ? Bu nasıl bir şey ki bir insanın ruh hali ve anlık hal değişimleri kadar etkili pek çok yansıması var. Seyahat amacıyla gittiğim Bursa şehrindeki bir ilçe belediyesinin yaptırdığı parktaki ahşaptan banklara rastlamıştım. Bu bankların bir özelliği vardı. Bazılarında tunçtan heykeller yapmışlardı ve banklarda tek başlarına öylece ruhsuz soğuk bedenleriyle oturuyorlardı. Gözleri cansız, bakışları donuktu lakin suratlarına tebessüm kondurmak için birkaç rötuş yapmıştı ustaları. Ama o kadar yalnızlardı ki yüzlerinden düşen bin parçaydı sanki. Derinden derine bir iç çekiş vardı yüreklerinde. Bazı banklarda ise bu tür heykeller bulunmuyordu. Dikkatimi çeken bu manzara karşısında düşünmeye başladım. Boş olan bankalarda belli bir süre oturup bekledim daha doğrusu gözlemlemek istedim etrafı, tepkiler nasıldı, yanlarından geçen insanlar bu duruma karşı ne hissediyorlardı diye. Gelenlerin bazısı heyecanlı, bazısı durgun, bazısı meraklı, bazısı da tedirgindi. Gelenlerden birçoğu heykellerin olduğu banklarda oturuyor, kimisi telefonla konuşuyor, kimisi sırtını banka yaslayıp havaya bakıyor, kimisi bir heykele bir de dönüp kendine bakıyordu. Heykellerin olmadığı banklara rağbet yok denecek kadar azdı, benim gibi birkaç kişiyi saymazsanız. Aklıma bir anda şu geldi: Heykellerin yanına oturanlar neden fazlaydı, niçin boş banklardan çok bunları tercih ediyorlardı?  Üstelik bazıları da bu muhitte oturan insanlardı. Başka yerden gelip de ilk kez bunları görenleri anlıyordum, onlar fotoğraf bile çekiyorlardı öz çekim yapanları da pek neşeliydi. Çocukların tepkisi ise çok eğlenceliydi özellikle heykellere dokunup geri çekiliyorlardı hareket edip etmediklerini test etmek için. Korku ve panik halinde annelerinin ellerine sarılarak kendilerini güvende hissetmek istiyorlardı. Masumluk ve sevecenlik damla damla dökülüyordu o doğal ve samimi yüzlerine bakarken. Sonra anladım ki yalnızlık cansızlıktı, çocuklar bunu dilleriyle ifade edemiyordu fakat tepkileri ve yüzlerine yansıyan ruh halleri bunu açıklamaya yetiyordu aslında. Annelerinin yanında olmak onları bu histen az da olsa uzaklaştırmaya yetiyordu. 
Bu heykellerde insanları çeken ne olabilirdi diye cidden düşünmeye başlamıştım artık, aklımda böyle bir şey hiç olmamasına rağmen. Oraya oturanlar o heykellerde kendilerinden bir şeyler mi buluyorlardı yoksa bilinçaltlarındaki yalnızlık duygusunu farkında olmadan dışa mı yansıtıyorlardı? Yoksa kendilerince, tek başına oturan bir heykelden çok bir insan gibi ona davranıp yalnızlığını paylaşmak mı istiyorlardı dostane tavırlar sergileyerek? Bu sorular zihnimde cevaplarını ararken gelip geçenlerin birçoğunun da bunlara alıştığını, onlar için sıradanlaştığını görüyordum. O kadar oradaydılar ama bir o kadar da alışılmış nazarlardan uzaklarda duruyorlardı. 
Gerçekten de bu heykeller uzun zamandır burada tek başlarına, soğuk sıcak demeden öylece oturdukları yerden kalkamadan gelip gidenleri izliyor gibi sadece bakıyorlardı gözleri uzaklara dalan, gurbette kalan, sıladan haber bekleyen garipler gibi. Çaresiz bir yığın tunçtan bakış yansımasıydı karşımda duran ağır ve hantal kütleler. 
Yurdum insanı dertlenen, dertten anlayan, en kötü anında bile tebessüm edebilen bir topluluktan mı ibaretti yoksa toplumsal kaygılarla yüklenmiş, zorluklarla sınanmış, kaderlerine karşı bilenmiş çelikten bir kılıç gibi keskinleşmişler miydi? Belki hiçbiri belki hepsi ama kesin olan şu ki: Kalabalıkta yalnız olanlarla, yalnız olup da duygularını kalabalık yaşayanların olduğu bir toplumda tespit yapabilmek gerçekten de çok zordu. Bunun zorluğu, zıtlıklarını belli edenler kadar bunları çok iyi gizleyenlerin de olduğuyla alakalıydı. 
Ünlü ressam, şair, aktris ve sanatçılara ait olan bu heykelleri ne amaçla yaptılar bilemem ama her göz, farklı bir detay görebilirdi bunlara dikkatle bakınca. Yaşarlarken meşhur ve gayet meşgul olan bu ünlü kişilerin yaşlandıkça yaşadıkları derin yalnızlıklar anlatılıyordu belki de. Ya da gençlik ve şöhret ruhunun çekilmesiyle sadece bedenden ibaret olan bu aktörler, öldükten sonra ya eserleriyle tanınacaktı ya da böyle heykelleriyle hatırlanacaktı. Bir zamanların mekana ve kabına sığmayan meşhurları, şimdilik bir bankta kıpırdamadan öylece duruyordu vaktin önünde ellerini açıp teselli bekleyen muhabbet dilencileri gibi. 
Hangisi olursa olsun yapılış amacıyla, verilen mesajın etkisi bakış açılarında canlılık kazanacaktı, doğrusu her meslek grubu ya da her göz kendine bu heykeller üzerinden dönüp dönüp bakmalıydı. Dün neydi, yarın ne olacaktı derken bugünden habersiz yaşayanlara da alttan altta ince mesajlar veriliyordu galiba. 
Birazdan hava kararacaktı ve herkes bir şekilde evine dönecek, bir sonraki günün heyecanıyla ya da endişesiyle uykuya dalacaktı. Peki ya bu tunçtan heykellerle gece boyunca kim beraber kalacaktı? Tekken ne yapacaklardı? 
İçine düştükleri acizlikten ve terk edilmişlikten onları kim kurtarabilecekti? İşte çözüm tam da burada belki de kilit buraya asılmış duruyordu usulca. Ruhsuz bedenler bir kütleden ibaret ya da heykel denen bu garabet, ha yaşamış ha yaşamamış kime neydi bundan? Yüksek bir ısıya maruz kalan altın, demir, bakır gibi değerli madenler yandıkça erir, eridikten sonra şekillenirdi. Fakat özünde cevher barındırmayan tahta, kağıt, bez parçası veya kömür bu ateş karşısında tutunamaz küle dönerdi geriye tozu bile kalmazdı. İşte bunların da yaşamları cevher gibi, zorluklar karşısında şekillenmiş lakin şu anda ruhsuz bir zamanın ateşinde kavrulup küle dönmüştü akıllarda kalması için yaptırılan tunçtan heykelleri. 
Teklik kendiliktir bir bakıma. Kendi başına kalmaktı belki de tek yaşamaya alışmaktı hayatın şifresi. İnsan denen bilmecenin son hamlesi bunu çözümlemeliydi artık. Çünkü çözümlemedikçe daha da içinden çıkılmaz bir hal almaya elverişli bir görüntü çıkacaktı ortaya. 
Yüksek bir ses duyulmaya başlandı uzaktan lakin yanı başındaymış gibi yankılanan bir sesti bu. Yalnızlık bağırıyordu gecenin ilerleyen saatlerinde, bankların boşluklarında lakin ne duyan vardı ne de durup dinleyen bu kulak tırmalayan gece tıkırtılarını. Kendi aralarında bir orkestra kurmuşlar da her telden ayrı bir nota çalıyorlar gibi durup kalıyorlardı kimsesiz, öylece sokak ortasında. Ay’ın parlaklığı yansırken tunç kafalarının üstünde, hiçbir hayat işareti göstermeyen cansız bedenlerinde hiçbir tepki gelişmiyordu ve gelişmeyecekti de. 
Yalnızlık derin bir karanlık. Yüzüne ay vurmayan, üstüne güneş doğmayan, nereden kimden olduğu bilinmeyen bir kaçışın ayak sesleri tırmalarken gecenin zifiri karanlığını, tek tek kapanmaya başlardı apartmanların bulanık ışıkları. 
İnsan bu ya tek doğar, teklerle yaşarken çoklandım sanır; tekken düşünür ve çoklu ölür lakin tek gömülür. Tüm bunlardan habersiz bir ömür törpüsü gibi geçen zamana ağıt yakar, gelecek günlere alkış tutar. Koşarak kaçıp giden bugünden de habersiz yaşar. Farkına vardığında ise geriye çok kıymetli işler bırakıp yüreklerde hiç ölmeden devam eder yaşamaya ya da bir tunç heykelin sabit donukluğuna hapsolur albümlerde eskiyip unutulacak olan fotoğraflarda.
 

Yorumlar 4
Kader Yalçın 11 Nisan 2025 22:34

Tasvirlerle tespitler çok etkileyiciydi Okudukça merak duygum arttı siz de yazdıklarınızı yaşanıyor musunuz yoksa sadece hayal gücü mü bunlar hocam. İtiraf etmeliyim ki tarzınız gayet iyi..

Mağdurbirsosyolog 10 Nisan 2025 22:57

"Kalabalıkta yalnız olanlarla, yalnız olup da duygularını kalabalık yaşayanların olduğu bir toplumda tespit yapabilmek gerçekten de çok zordu. " Harika bir bakış ,çoğumuzun yaşantısı bu cümle üzerine şekillenir. Kendimi bankta oturan bir tunç heykel gibi hissettim. Kaleminize sağlık hocam

Cihan Akyol 10 Nisan 2025 12:37

Son bölüm çok iyiydi. "İnsan bu ya tek doğar, teklerle yaşarken çoklandım sanır; tekken düşünür ve çoklu ölür lakin tek gömülür. Tüm bunlardan habersiz bir ömür törpüsü gibi geçen zamana ağıt yakar, gelecek günlere alkış tutar. Koşarak kaçıp giden bugünden de habersiz yaşar."

Canan Alageyik 09 Nisan 2025 20:26

Yalnızlık bu kadar mı ete kemiğe bürünür Tebrikler

Yazarın Diğer Yazıları